Emirates Havayolları ile İstanbul'dan başlayan
yolculuğumda ilk durak, Dubai. Bir sonraki uçağı beklerken havaalanında
sabahı etmek bile beni sinirlendiremiyor. Bu yolculuğa ayrı bir anlam
yükledim ne de olsa... Bulutlar arasında Tanzanya'nın başkenti Darüsselam'a
doğru seyrederken, belgeselde izlediğim sahneler zihnimde kıpırdanıp
heyecanımı arttırdıkça arttırıyor.
Darüsselam'a iner inmez hissedilen
güzel hava, geride bıraktığım soğuk ve yağmurlu İstanbul atmosferinden
sonra üzerimde tam bir doping etkisi yapıyor. Yüzümde gülücükler,
işlemlerimi yaptırmaya koyuluyorum. Tanzanya'ya giriş yaparken sarı
humma aşısı olmanın zorunluluğundan önceki bilgilerim sayesinde haberdarım.
İlk kontrolü yapan polis, önce vize alıp geçmemi söylüyor ancak pasaportumun
üzerindeki T ve C harflerini görmesiyle birlikte pasaportum bir tenis
topu gibi iki oda arasında gidip gelmeye başlayıveriyor.
Yaklaşık bir saat süren beklemeden sonra beni karşılamaya gelen arkadaşımın
yardımıyla 20 dolar vererek vizemi alıyor ve Tanzanya'ya giriş yapıyorum.
(Havaalanından vize alınarak da girilebilen bu ülkeye gidecek gezginlere,
eğer sürprizlerden hiç hoşlanmıyanlar grubundan iseler, önerim vizelerini
Tanzanya'nın Türkiye'deki fahri konsolosluğundan almaları yönünde.)
Havaalanından çıktık. Arkadaşımın
kiraladığı taksi ile Darüsselam'la tanışacağız. Ülkenin başkenti ve
(Ruanda, Burundi ve Zambiya'nın da yararlandığı) tek limanı olan Darüsselam
sokaklarını gezerken bir yandan da Zanzibar Adası hakkında bilgi almayı
sürdürüyorum. Yarın sabah erkenden Zanzibar'a gitmek için deniz otobüslerinin
kalktığı limanda olacağız...
Kişi başı bilet fiyatının 30 dolar olduğu deniz otobüsünün üst katı,
ayrıcalığı seven turistler için first class olarak düzenlenmiş. Kendinize
VIP sıfatı kondurmak isterseniz 10 dolar daha vererek bu ayrıcalıktan
yararlanabiliyorsunuz. Birbuçuk saati geçen yolculuk boyunca, Hint
Okyanusu'ndaki gel-gitler sonucu ortaya çıkan, turkuvaz renkli denizin
üzerine renkli inciler gibi saçılmış küçük adaların ve adalar çevresinde
balık tutmaya çalışan yerel balıkçıların beyaz yelkenli teknelerinin
arasından geçip gidiyoruz sabah kahvaltısı niyetine ikram edilen sütlü
çayı içip kuru ekmeğe yüz çevirerek...
Zanzibar Adası ufukta iyiden iyiye
belirince deniz otobüsü yavaşlıyor ve limandaki hareketlilik işte
ancak o zaman fark edilebiliyor. İner inmez bizi çevreleyen hamal
ve taksici kalabalığından, her zor durumda yanımda olan arkadaşımın
yerel dilde de konuşabilmesi sayesinde kolayca kurtuluyoruz. Zanzibar'da
ikinci bir pasaport kontrolüne gireceğimizi öğrenince çok şaşırıyorum
çünkü, topladığım onca bilgiye rağmen, adanın kendi gümrük kuralları
olduğunu o ana dek bilmiyorum. Darüsselam'daki polislerle kıyaslandığında
pek güleryüzlü olan ada polisleri, "hoşgeldiniz" diyor ve iyi tatiller
temennilerini iletmeyi de unutmuyor.
Artık yanımızda adada bizi karşılayan Hintli dostumuz da var. Birlikte
otele doğru yürüyoruz. Otelimizde yerliler ve turistler için çift
fiyat uygulanıyor. (Bu uygulamanın sadece otel için değil, herşey
için geçerli olduğunu daha sonra öğreneceğim.) Bu kez Hintli dostumuz
devrede ve onun sayesinde yerliler için uygulanan fiyata odayı kiralıyoruz.
Önce eşyalarımızı otele bırakacak, sonra da Stone Town sokaklarını
keşfe çıkacağız.
Son iki yüzyıldır hemen hiçbir değişime uğramayan Stone Town, Zanzibar'ın
tarih ve kültür merkezi olarak adanın tam kalbinde yer alıyor.
Gözümüze çarpan ilk kalabalığa yanaşıyor
ve hindistancevizi satıcısının ikramıyla, adanın en önemli ürünlerinden
birinin lezzetini test ediyoruz. Stone Town'ın dolambaçlı dar sokakları,
Zanzibar'a özgü pirinç çivilerle süslenmiş oymalı tahta kapıları,
telaş içindeki insanların koşuşturduğu balık pazarı, kalabalık çarşıları,
okullarına yetişmeye çalışan ve renk renk üniformalarıyla dikkat çeken
kız öğrencileri, iddialı renklerden oluşan ve kangas adı verilen yerel
giysileriyle Zanzibar kadınları ile düşündüğümden daha fazlasını bulduğum
bu kültürel zenginlik içinde doğru yere geldiğimi anlıyorum. Ağzımda
hindistancevizinin o çok farklı tadı...
Sokaklarda dolaşırken bir kafede,
Bohemian Rapsody'yi işitiyorum. (Queen grubunun ünlü solisti Freddie
Mercury, 1946 yılında Zanzibar'da doğmuş, Stone Town'da yaşamış ve
bu şarkı Milenyum'un en iyi parçası seçilmiş...)
Zanzibar, tarih boyunca tüccarları, maceraperestleri, yağmacıları
ve kâşifleri kendine çekmeyi başarmış. Ve Asurlular, Sümerler, Mısırlılar,
Fenikeliler, Hintliler, Çinliler, Persler, Portekizliler, Araplar,
Hollandalılar ve İngilizler tarihin belirli dönemlerinde adada bulunmuş.
Özellikle Şirazi Persleri ve Umman'dan gelen Araplar, Zanzibar nüfusunun
yüzde 97'sinin Müslüman olmasında etkili olmuş.
Zanzibar'ın kaydadeğer ilk ziyaretçileri ise 8. yüzyılda geldiği
düşünülen Ummanlı Arap tüccarlar. Araplar yüzyıllar boyunca fildişi,
baharat ve köle ticareti için Umman'dan muson rüzgârları ile denize
açılmış. 1832 yılında Umman'da ortaya çıkan Busaid Hanedanı'nın başında
bulunan Sultan Seyyid Said, sultanlığını savunulması çok daha zor
olan Muscat'tan kendisinin ve torunlarının 130 yıl boyunca hüküm süreceği
ufak ve savunulması daha kolay olan Zanzibar Adası'na taşımış.
Doğu Afrika sahillerine yerleşmek üzere Orta Doğu'dan gelen Şirazi
Persleri için olay daha farklı. Hikâyeye göre, İS 975 yılında İran'daki
Şiraz (o dönem Pers ülkesi sınırları içinde) kentinde yaşayan Abi
Ben Sultan Hasan rüyasında bir farenin evinin temellerini kemirerek
yok ettiğini görür ve bunu, halkının yok olacağına dair bir kehanet
olarak yorumlar. Şiraz sarayının ileri gelenleri bu yorumu gülünç
bulup alay etseler de, Sultan Hasan'ın ailesi ve yandaşları bu rüyayı
ciddiye alarak göç etmeye karar verir.
Yedi yelkenliyle Hint Okyanusu'na açılan grup üyeleri, korkunç bir
fırtınaya yakalanıp farklı yönlere savrulur ve Doğu Afrika sahilleri
boyunca aralarında Zanzibar Adası'nın da bulunduğu yedi ayrı yerden
karaya çıkarak yerleşmeye başlar...
Şirazlılar ile Afrikalılar arasındaki
yaygın evlilikler, farklı niteliklere sahip bir kıyı toplumunun ve
"Swahili" olarak bilinen, kısmen Arapça'dan türeyen yeni bir dilin
doğmasına yol açmış. Swahili adının, "kıyı şeridi" anlamına gelen
Arapça "savahil" kelimesinden doğduğu sanılıyor. Zanzibar adı da iki
Arapça kelimenin birleşmesinden oluşuyor. İlki "zinj", siyah anlamına
gelirken ikincisi "barr" yer, ada anlamında.
Baharat adaya ilk defa 1818 yılında getirilmiş ve Zanzibar'ın tropikal
ikliminde, verimli topraklarında yıldızı parlamış. Ve yüzyılın ortalarında
Zanzibar ve çevresindeki adalar, dünyanın en büyük baharat üreticisi
ve doğu Afrika sahillerinin en büyük köle ticaret merkezi olmuş. Köle
ticareti, bu işi yapan Ummanlı Araplara çok büyük kazançlar sağlamış.
1822 yılında Umman Arapları köle satışını yasaklayan Moresby Antlaşması'nı
imzalasa da, köle tacirleri çok sayıda Afrikalıyı öldürmeye ve esir
etmeye devam etmiş. Hemen hemen her topluluk köle ticareti ile uzaktan
veya yakından ilgilenmiş.
Avrupalılar köleleri Hint Okyanusu'ndaki plantasyonlarda çalıştırmış,
Afrikalı hükümdarlar ise savaş tutsaklarını köle olarak satmış. Kabileler
arasında uzun süren savaşlar zaman zaman esir bolluğuna da yol açmış.
Ancak Doe kabilesinde olduğu gibi, fazla stoğu yemek gibi bir alışkanlığa
sahip oldukları için bazen köle olarak satılmak bir tutsağın başına
gelebilecek en kötü şey olmuyormuş! Zanzibar Adası'nda köle, baharat
ve fildişi ticareti Arapların zenginliğinin ve refahının kaynağını
oluşturmuş. Köle satışını yasaklayan uluslararası anlaşmalara rağmen
Araplar köle ticaretine devam edince İngilizler 1896 yılında adayı
kuşatmış ve Arapların kalesini yerle bir ederek savaştan galip çıkmış.
Tam 45 dakika süren bu savaş, dünyanın en kısa savaşlarından biri
olarak Guinness Rekorlar Kitabı'na geçmiş.
Eski Tanganyika ile Zanzibar Cumhuriyeti'nin (1964'den önce sultanlık)
birleşmesinden oluşan Tanzanya'nın tarihi ve bugününü daha iyi anlamak
biraz da köle ticaretinin ülkede ne denli önemli boyutlarda yaşandığını
bilmekten geçiyor.
19. yüzyılda çok güçlü bir sultanlık olan Zanzibar, gelirinin büyük
bölümünü köle ticaretinden sağlıyor. Köle ticaretinin merkeziyse Zanzibar'ın
tam karşısında yer alan ve Darüsselam'dan önce Tanganyika'nın başkenti
olan Bagamoyo. Bölgeye ayak basan Avrupalılar bu ticarete karşı çıkıyor;
onları izleyen sömürgeciler ise kısa sürede egemenliklerini kabul
ettiriyor. 1884'te Carl Peters isimli bir Alman gezgin, kıyı halkıyla
bir himaye anlaşması imzalayarak Deutsche Öst-Afrika Gesellschaft
şirketini kuruyor. Daha sonra Alman birlikleri kıyıyı izleyerek iç
kesimlere sızıyor ve tüm kabileleri egemenlik altına alıyor. Almanların
bölgedeki egemenliklerinin sona erdiği tarihse 1918. Milletler Cemiyeti'nin
Avrupa'da savaşın sona ermesinden sonra İngiltere'nin gözetimine verdiği
Tanganyika toprakları, II. Dünya Savaşı'nın ardından sömürgelikten
kurtulma hareketini yaşıyor. Kanlı olaylara yol açmadan sonuçlandırılan
bu hareket sonrası 9 Aralık 1961'de Tanganyika'nın, 10 Aralık 1963'te
de Zanzibar Sultanlığı'nın bağımsızlıkları tanınıyor. 1964 yılında
Tanganyika komünist eğilimli kanlı bir devrimin gerçekleştiği Zanzibar
ile birleşerek Tanzanya'yı oluşturuyor ve tüm Tanzanya için tek bir
meclisin kurulmasına rağmen Zanzibar, kendi meclisini ve yetkilerini
koruyor.
Stone Town sokaklarında gezerken böylesine karışık bir tarihsel birikimi
günümüze taşıyan Zanzibar'da bugün ayakta kalan evlerin çoğunun 19.
yüzyılda inşa edildiğini öğreniyorum. Birleşmiş Milletler tarafından
koruma altına alınmış olan Stone Town'da, zenginlerin uğruna yarışırcasına
para harcadığı pirinç çivilerle süslenmiş elişi oyma kapıların gösterişi,
sahibinin statüsünü ortaya koyan bir işaret sayılıyor. Kadınların
kangas adlı yerel giysileri de iletmek istedikleri mesaja göre renk
ve motif değiştiriyor; evli, bekar, dul veya başka mesajlar taşıyan
elbiselerle dolaşmak hiç de fena fikir değil... Günümüzde bin 700
üzerinde bina barındıran Stone Town, 51 camii, 6 Hindu tapınağı ve
iki Hıristiyan kilisesi ile farklı kültürlere de ev sahipliği yapıyor.
İnsanlar birbirlerine "jambo" diyerek selam veriyor. Bu basit ama
anlamlı "merhaba" sözcüğü, pek çok kapıyı kolayca açabiliyor. Fotoğraf
çektirmekten pek hoşlanmayan Zanzibarlıların dostluğunu kazanmak için
onlarla sohbet etmeniz gerekiyor.
Tekne turları ile gidilebilen Stone Town'ın çevresindeki adalardan
en meşhuru Prison. Küçük, hoş sahili ve dev kara kaplumbağaları ile
ilgi toplayan adayı şnorkel imkânının olması daha çekici kılıyor.
Adından da anlaşılacağı gibi adada bir hapishane bulunuyor ancak bina
ceza amaçlı değil daha çok karantina amaçlı kullanılmış.
Sahil boyunda yer alan Sultan Barghash tarafından yaptırılan House
of Wonders ve az ilerisindeki Arap Kalesi azametli görünüşleri ile
eminim tüm Zanzibar ziyaretçilerinin dikkatini çekiyordur. Sahilde,
Forodhani'deki Jamituri Bahçesi'nde geceler, tıpkı Marakeş geceleri
gibi. Deniz ürünlerinden çöp şişe kadar her tür yiyeceğin satıldığı,
tezgâhların dev birer açık lokantaya dönüştüğü bu sahilde, lüks ışıklarına
karışan dumanların yarattığı doğal atmosferde yemek yemek tam bir
eğlence.
Turistler kadar yerel halk tarafından da tercih edilen bu mekânda,
daha önce tatma imkânı bulamadığım deniz ürünlerini bir bir deniyorum.
Yemekten sonra sıra alışverişe geliyor. Yer tezgâhlarında sergilenen,
Afrika sanatının tipik örnekleri olan elişi kolye, mask, heykelcik
ve tahta objeler arasından koleksiyonuma uygun parçalar bulmak hiç
zor olmuyor.
Bir başka gün gizemli ve romantik Stone Town sokaklarında gezerken
tanıştığım rehber Hacı Ömer'in, adanın kuzeyindeki balıkçı kasabası
Nungwi'ye düzenlediği tura katılıyorum. Sabah 08.00'de minibüsle yola
koyuluyoruz. Yerleşim birimleri içinden geçen yolu zaman zaman yemyeşil
palmiye ağaçları, mangrov ve muz ağaçları, bisikletliler, rengârenk
kangaslara bürünmüş kadınlar süslüyor. Yaklaşık 2 saat süren yolculuğun
belirli noktalarında aracı durdurarak bazı kontroller yapan polisler,
turistleri rahatsız etmemeye çalışıyor. Yolun son 7-8 kilometresi
bozuk olduğu için toprak yolda hoplaya zıplaya ulaşıyoruz Nungwi'ye.
Vakit kaybetmeden bungalov tarzı odalardan birini kiralıyor ve sahile
iniyorum. Turkuvaz denizde neşeyle yüzen turistler ve 15. yüzyılda
köle ve baharat taşımak için tik adlı bataklık ağacından yapılan "dhow"lar
beyaz yelkenleri ile bir ressamın fırçasından çıkmışcasına fonda yerini
alıyor.
Keşif için balıkçı köyüne doğru ilerlerken, bembeyaz kumların üzerinde
parlayan küçük deniz kabuklarından topluyorum. Suyun içinde neşeyle
oynaşan çocukların fotoğrafını çekmeye yeltendiğimde, hep bir ağızdan
"no foto" diye bağırıyorlar! (Adada küçük büyük herkesin fotoğraf
çektirmemek üzere yaptığı sözleşmeyi yumuşatmak için dolar kullanmak
gerektiğini de sonradan öğreniyorum.)
Küçük bir balıkçı köyü olan Nungwi'de köy halkının tek geçim kaynağı
balıkçılık ve bazı deniz ürünlerini pazara sunmak. Köye gelen İngiliz
işletmecilerin katkılarıyla gelişmeye başlayan turizmden yeni yeni
para kazanma aşamasındalar ama yine de durumları pek iç açıcı değil.
Aslında, halk sade ve basit yaşam tarzından fazla şikayetçi değil,
onları belki de asıl rahatsız eden biz turistlerizdir, kimbilir?
Akşama doğru bir grup köylü kadının, ellerinde küçük kaplarla sahilde
toplanması ilgimi çekiyor ancak İngilizce bilmedikleri için ne yaptıklarını
anlayamıyorum. Neşe içinde konuşup kahkahalar atan kadınlar, güneş
battıktan sonra üzerlerindeki elbiselerle, tek sıra halinde denize
giriyor. Sonra bir halka oluşturup biraraya geliyor ve bazı hareketleri
defalarca tekrarlıyorlar. İşin sırrı kıyıya çıktıklarında, ellerindeki
küçük gözenekli ağ ve balıkları koydukları çuval sayesinde çözülüyor.
Ay ışığının altında, yakaladıkları balıkları eşit bir şekilde paylaştırmaya
çalışırken bir yandan da arkadaki restorandan gelen müziğin ritmine
kapılarak dans ediyorlar. Balıkların paylaşımı bittikten sonra tekrar
geldikleri gibi neşe içinde, karanlığa doğru yürüyerek gözden kayboluyorlar.