El
değmemiş son ülke
NAMIBIA
Günbatımında
Namib Çölü’nün renk cümbüşünü yaşamak olağanüstü bir duygu... Dünyada eşi
olmayan ve insanları hayran bırakan 1500 yıllık çöl bitkisi welwitschia,
erozyonun da katkısıyla insanda aya ayak basmış etkisi uyandıran Swakop
Nehri Vadisi, Cape Cross’ta denizde yüzen ve karada dinlenen binlerce fok
balığının çıkardığı sesler, çölün ve Atlantik Okyanusu’nun birleştiği
Skeleton Coast’daki (İskelet Kıyısı) martı yuvası haline gelmiş, paslanmış
yüzlerce gemi iskeleti, kiremit rengi vücutlu Himbalar, Etosha Milli
Parkı’ndaki doğal güzellikler ve vahşi hayvanlar burada zamanın durduğunu
düşündürüyor insana. İşte, 824.290 kilometrekarelik bu büyük toprak
parçasında 1.800.000 kişinin yaşadığı gizemli
Namibia...
Bütün
dünyada zengin elmas yatakları ve uranyum üretimiyle tanınan Namibia
Cumhuriyeti, toprakları Atlas Okyanusu’na uzanan bir güneybatı
Afrika ülkesi. Uzun süren sömürge yıllarından sonra 1990 yılında
bağımsızlığına kavuşan bu ülkeye gitmek için bir yaz gecesi babamla
birlikte THY’nın İstanbul-Johannesburg seferi ile Afrika’ya doğru
yola çıktık. THY’nın mükemmel servisiyle zamanın nasıl geçtiğini
anlayamadan sabah erkenden Johannesburg’a vardık. Namibia’nın
başşehri Windhoek’te kiraladığımız 4x4 sağdan direksiyonlu bir ciple
yola koyulduk. Hedefimiz 338 km uzaklıkta bulunan Namib-Naukluft
Milli Parkı’ndaki çölün yakınında bulunan |

|
Karos’tu.
Rehoboth, Klein Aub, Büllsport’u geçerek en sonunda gece geç vakit
Karos’a geldik. Sabah çadırımızı topladıktan sonra Namib-Naukluft
Milli Parkı’nın girişi olan Sesriem’den çöle girdik. Bu kapının
özelliği yalnızca gün doğumu ve batımı sırasında açık tutulması. 80
milyon yıllık Namib Çölü’ndeki kum dağlarının portakal rengindeki
ışıltısını ve kumun inceliğini anlatmak mümkün değil. 75 km sonra
arabamızı park edip yanımıza bol su alarak uzun bir yürüyüşe
koyulduk. Kurak ve suya hasret kalan derinden çatlamış topraklardan
sonra kum tepelerine tırmandık. Ayağımızdaki kalın ayakkabılar çöl
sıcağından | |
etkilenmediğinden
keyifliydik, sadece çöl rüzgarına ya da fırtınaya yakalanmamak için
dua ediyorduk. Zirveye vardığımızda manzara olağanüstüydü; kocaman
çölde ufacık kalıvermiştik! Geceyi
Sesriem’de geçirdikten sonra ertesi sabah Solitaire’den benzin
alarak yolumuza devam ettik. Gaub Pass ve Kuiseb Pass kanyonlarından
geçerek 230 km sonra Atlantik kıyısında bulunan Swakopmund’a geldik.
Tipik bir Alman şehrini anımsatan Swakopmund’da Alman kökenli bir
ailenin lokantasında okyanusta avlanmış taze kılıç balığını sarmısak
sosu eşliğinde afiyetle yedik. Fok derisinden yapılmış ayakkabı
satan bir dükkana girdiğimizde, kulağımıza çok tanıdık bir ses
geldi. Radyoda çalan müzik Tarkan’ın bir
şarkısıydı! Ertesi
sabah, dünyada eşi bulunmayan tabiat harikası welwitschia bitkisini
görmek için erkenden yola koyulduk. Daha uzun asırlar yaşamını
sürdürecek olan bu 1500 yıllık çöl bitkisi, adını 1859’da onu
keşfeden Avusturyalı botanist, doktor Friedrich Welwitsch’dan
alıyor. Swakop Nehir Vadisi, sadece welwitschia’larla meşhur değil,
Moon Landscape’i de mutlaka görmek gerek. Burada milyonlarca yıl
erozyon ile nehir ve kollarının açtığı derin yarıklar sonucunda
dünyanın hiçbir yerinde görülemeyecek yer şekilleri oluşmuş. Daha
sonraki durağımız bir fok balığı megapolü olan Cape Cross’du.
1486’da Namibia’ya ayak basan ilk Avrupalılardan Portekizli Diego
Cao bu noktada karaya çıkmış. Cape Cross’tan 74 km sonra İskelet
Kıyısı Milli Parkı’nın ana kapısından giriş yaptık. Burası çeşit
çeşit büyük boy hayvan iskeletiyle dolu. İnsanı bir ürperti
sarıyor. |

|
Ardından
sahilden 223 km yol kat ederek Torra Bay’a geldik. Solda
okyanus, diğer tarafta çölün renkli görünümü ve alabildiğine
dümdüz geniş bir yol. Yol, iskeletler ve sahile vurmuş terk
edilmiş gemilerle doluydu. Gece Palmwag’deki kampta ateş yakıp
et pişirdik, yorgunluktan ayakta duracak halimiz kalmamıştı.
Çadırımızı kurup içine girdik, fakat gece yarısı yanımızda
hissettiğimiz fil homurtularıyla uyandık. Ağaç dalları
kopartılıyor ve afiyetle yeniliyordu. Hiç ses çıkartmadan
gitmelerini bekledik. Ertesi sabah, fillerin büyük ayak
izlerini gördük. Bir tabelada da “Gece kampta dolaşan filler
vardır. Bilgilerinize” yazıyordu. Artık,
Himbaları görmek için sabırsızlanıyorduk. Sonunda Purros’a
vardık. Orada bir Herero’yu yanımıza alarak, 10 km sonra küçük
bir Himba kabilesine geldik. Bizi ilk önce köpekler karşıladı.
Etrafta çok sayıda inek ve keçi vardı.
Çocuklar,
hemen etrafımızı sardılar; merakla elimdeki fotoğraf
makinesine bakıyor, ona dokunmak
istiyorlardı. |
Himbaların
yaşadığı Kaokoland denilen bu ıssız bölge, dünyanın unutulmuş
yerlerinden biri. Bölgenin tek hakimi ve efendisi olan Himbalar,
Güney Afrika’nın en eski ırklarından... Keçi, koyun, sığır
yetiştirip süt ve etlerinden faydalanarak ilkel yaşamlarını
sürdürüyorlar. Yarı göçebe yaşamlarında senede yaklaşık 10 yer
değiştiren Himbalar, her yeni kampta kendilerini tabiat şartlarından
korumak için yeni kulübeler (ozondjuwo) yapıyorlar. Himbaların bir
özelliği de çocuklarını asla okula
göndermemeleri.

|
Devletin
yaptığı teklifleri de “Çocuklarımızı okula verirsek, bir daha
bize geri dönmezler,” diye kabul etmiyorlar. Bu, modern yaşamı
benimsemeyen Himbalar’ın bilinçli bir seçimi belki
de...
Ertesi sabah Ochide’ye geldiğimizde başka bir Himba
kabilesi gördük. Daha evvel aldığımız bilgilere göre arabanın
içinde kalarak onların bizi görmesini ve yanımıza
yaklaşmalarını bekledik. Yanımıza çoluk çocuk geldiklerinde
heyecan doruktaydı. Onlar da, biz de sanki başka bir
gezegenden gelmiş gibi birbirimize bakıyorduk. Havayı ısıtmak
için gülümsemeye başladık. Öğrendiğimiz kelimeler faydalı
oldu. “Perivi, uapunduka?” (Merhaba, nasılsınız?) dedikten
sonra yüz ifadeleri değişti. Kendi aralarında konuşuyor ve
arada sırada keçi sesine benzeyen sesler
çıkarıyorlardı. | Yetişkin
kadınların vücutları çako denilen kızılımsı parlak bir kremle
parlıyordu. Çako, Himbaların kutsal saydığı, koyu kızıl renkte bir
dağdan aldıkları toprağa bazı kokulu ot ve keçi yağı karıştırarak
elde ettikleri bir koruyucu krem. Bu karışım onların ciltlerini
parlak tutup güneşten ve sivrisineklerden de koruyor. Bir ara
bizimle daha da yakından ilgilenerek kolumuza girip fotoğraf
makinesine poz verdiler. Tabii üstümüz başımız kızıl çako rengine
bulaştı. Giderken, kendilerine çok sevdikleri şeker, un ve tütün
verdikten sonra Sesfontein’e geri döndük.
|
| Etosha
Milli Parkı’nın girişi olan Okaukuejo’ya gece yarısı saat birde
vardık. Park günbatımında kapandığından, geceyi parkın dışında
geçirdik. Ertesi sabah, Okaukuejo’den Etosha Milli Parkı’na giriş
yaptık. Yolda zebralar, filler, zürafalar, oryxler ve impalaları
kendi doğal ortamlarında seyrederek Halali’ye geldik.
Etosha,
yerli dilinde “Büyük beyaz yer” demek. Burası milyonlarca yıl evvel
4.731 kilometrekarelik bir alanı kaplayan büyük bir gölmüş. Şimdi
ise bu kuru toprak parçası, vahşi yaşamı barındıran dünyanın ikinci
büyük milli parkının içinde
kalıyor.
|

Etosha,
geceleri büyük bir açık hava konserine dönüşüyor. Yabani hayvanların bu
müzikal gece duasında yaban domuzları sürekli bas işlevi görürken, ağustos
böceklerinin sesi hepsini bastırıyor. Bunca gürültüye karşın uyumak, ancak
kaldığınız kampın etrafının çevrili olup korunmasıyla mümkün. Buna rağmen
kamp sahası içinde bile geceleri çifter çifter çakallar dolaşıyor.
Korunmak için yiyecek herhangi bir şey vermemek ve en önemlisi onlara
yaklaşmamak gerekli. Namutoni’den
dönüşte engebeli toprak ve çöl yollarını geride bırakmıştık. Başkent
Windhoek’a gece vakti geldik. İlk olarak arabadaki çadırın dışında bir
otelde kaldık ve ertesi gün Windhoek’u dolaşarak küçük de olsa şehir
özlemimizi giderdik. Ayrılık zamanı geldiğinde arabayı havalimanında
teslim ettik. Johannesburg’tan THY uçağı ile İstanbul’a dönmek üzere
havalandığımızda, Namibia bütün mucizeleri ile geride
kalmıştı. 1984
Şubatı’nda doğarken nasıl bir dünya ile karşılaşacağımı bilmiyordum. Ama,
şimdi nasıl bir dünya istediğimi biliyorum: Doğadaki bütün canlılar
arasında eşitlik, arkadaşlık, adalet ve paylaşımın var olduğu, güçlü ile
güçsüzün birbirine saygı duyduğu bir dünya.
*
Pari Dukoviç, fotoğraf sanatçısı.
|